| 
			 
			Hazırlayan: 
			Deniz Pektaş 
			
			
			  
			 SEMİH GÜMÜŞ 
			Orhan Kemal'in önemini anlamak
			Eleştirmen Semih Gümüş popüler edebiyatın, 
			plastik post modern kurguların gitgide yaygınlaşan günümüzde Orhan 
			Kemal'i yeniden değerlendirme gereğini duydu 
			Edebiyatı post modern kurgular içinde plastik 
			bir değer olarak 
			benimsendiği, genç kuşak yazarların  son 
			yıllarda yarattıklar» çeşitliliğin yönünü bulmakta güçlük   
			çektiği   günümüzde, medyanın  sularında popüler edebiyatın 
			kapladığı yer hiçbir zaman olmadığı kadar büyüdü. Edebiyatı ciddiye 
			alanları, gerçek edebiyatçıları hor gören aymazlığın  bunca geçerli 
			oluşu sanki kıyamet habercisidir, ama ipler ne zaman kopacak... 
			Bugünün okuru, yaşadığı 'dönemde Sait Faik’ ten sonra en Çok okunan, 
			söz edilen Öykücü olan   Orhan   Kemal'den   de uzaklaşmış 
			görünüyor.  Edebiyatımız kendi anaforunda niteliğini yitirmeyi 
			sürdürürken, eski ustalarımızın pek çoğu gibi, Orhan Kemal'in de 
			doğru biçimde anlaşılmaya gereksinimi var. Yeniden anlaşılmalıdır 
			ki, yapıtlarından büsbütün  kopmuş okur yazarların edebiyatın anlamı 
			üstüne düşünmeleri için bir pencere açılsın. Orhan Kemal, edebiyat 
			dünyamıza girişini sağlayan ilk kitapları Baba Evi (1949), Avare 
			Yıllar (1950) ve sonra gelen romanlarıyla anlaşılabilecek bir yazar 
			değil. Hem hayattan aldıklarını roman gerçekliğinde tam yansıtamamış 
			olup hem de anı-roman olmaktan çıkamadıkları için, ilk dönem 
			romanları Orhan Kemal'in doğru anlaşılmasını sağlamaz. Sözgelimi 
			gerçekçiliği yaşanmış olanla sınırlama kusuru yalnızca Orhan Kemal'e 
			özgü değildi. Dış gerçekliğin romanın iç sesine dönüştürülmesi, 
			dolayısıyla romanı taşıyan içeylemin yazınsal gerçeklik olması 
			gerektiği ve roman kişilerinin insanal cevherinin ancak bu gerçeklik 
			içinde anlatılabileceği kültürü zamanla edinilecekti. 
			Orhan Kemal'in ilk romanlarında kendi 
			bireyliğini yaratamamış bir yazar olduğu eleştirisi, sonunda doğru 
			bir saptama gibi görünse de, öncesinin yeterince 
			değerlendirilmediğini anlatır. Onun değerini göstermek için 
			romanlarındaki anı ve röportaj öğelerinin öne çıkışı görmezden 
			gelinmemeli, ama bir yazarı oluşturan etmenler de edebiyatımızın 
			tarihsel gerçekliği içinde durur, ikinci Dünya Savaşı'nın başlangıç 
			dönemlerinde yayımlanan romanları sonradan çok yetersiz görülürken, 
			aynı yıllarda yayımlanan ilk öykü kitabı Ekmek Kavgası (1949) bugün 
			hâlâ değerini nasıl koruyor? Orhan Kemal ikisinde de yaşadığını 
			yazma kaygısından çıkmış, farklı düzeylere tutunmuştur. Burada 
			romanın bizim edebiyatımızda ki gelenekten, dolayısıyla birikimden 
			yoksunluğunun, gerçekçiliğin yaşanmış  olana saplantılı  bir 
			bağlılıkla  alınmış   olmasının ^\ belirleyici. Sanırım bu yüzden, 
			neden <£K\^ Orhan Kemal'in yapıtlarını değerlendirenler, yazdığı çok 
			sayıda romandan önce, öykücü saymıştır onu. 
			Orhan Kemal'den bugün alacağımız ilk ders, 
			gerçek hayatın ve o gerçekliğin ürünü olan insanların nasıl 
			yazınsallaştırılacağı olabilir, ilk bakışta sıradan görünen bu 
			yaratma eyleminin güçlüğü, edebiyatı hayatın gücü karşısında 
			sınamaya kalkışınca görülebilir. Olduğu gibi yaşanan hayatın özünü 
			süzmek, aslında hayatın gücünü dayatması, yazarın hayatla çatışması 
			dır. 
			Yaşadıklarını yazarak bağlamıştı Orhan Kemal, 
			ama neden sonra bütün yapıtları arasında kayda değer bulunmayan ilk 
			romanlarını yazdığı sırada bile, "Niçin yazıyorum bu konuyu?Ne demek 
			istiyorum?"  ve  "Nasıl söylemeliyim?" sorularını sormuştu kendine. 
			Baba Evi ve Avare Yıllar yazınsal bakımdan zayıf bulunmuşsa, bu 
			durumu kendi bizden önce. "Attığım taş istediğim kuşu vurmamıştır* 
			biçiminde açıklamıştı. Çoğun, yaşadığını yazmakla başlar her şey, 
			yaşananlar tükenene dek. Ondan sonra gelir asıl yaratma güçlüğü. 
			Sokaktaki insani yazarın titiz bir gözlemci olarak tanıdığı hayatı, 
			kısacası başkalarının hayatını yasanan gençlik yıllarında edinilmesi 
			neredeyse olanaksız, zaman içinde oluşan bir birikimdir. işçileri, 
			özellikle çocuk işçileri edebiyi da hiçbir yazar Orhan Kemal kadar 
			içerden anlatmadı. Değil mi ki işçiler onun için yanılması güç 
			koşullarda kendi Öfkesini!'. 
			İNCİ ARAL 
			Kadın kahramanların yaratıcısı 
			Mor adlı romanıyla 2004 Orhan Kemal Roman 
			Armağanına değer görülen inci Aral'ın ödül törenindeki konuşması 
			Orhan Kemal'in Baba Evi'ni henüz on üç 
			yaşındayken okudum. Bu benim için öylesine heyecan verici bir 
			tanışma oldu ki; ara vermeden Avare Yıllar'ı, Cemile'yi de bitirdim. 
			Coşkumun nedeni bu kitaplarda, hayatta henüz tanımadığım bir 
			gerçeklikle karşılaşmış olmamdı. Yazar, yalın, sıradan küçük 
			insanların güçlüklerle, yokluklarla dolu dünyalarını, hayatla, 
			çevreleri ve birbirleriyle ilişkileri içinde, doğru, duru, çok 
			samimi bir dille anlatıyor, kişilerini yüceltmeden, gerçeği 
			abartmadan, tam kararında ayrıntılarla ve yaşama sevincini asla 
			karartmadan ortaya koyuyordu. Orhan Kemal'in okurunu 
			büyüyebilmesinin sırrı insanın eşsiz serüvenini, insana özgü tüm 
			olasılıklarla sergileme ustalığına sahip bir yazar oluşuydu. O 
			yıllardan ve Orhan Kemal'i kaybettiğimiz 1970'ten bu yana dünyada ve 
			ülkemizde pek çok şey değişti ama bir çok şey de hiç değişmedi. 
			Mevsimlik işçilerin Çukurova ve Ege'deki garlarda, tarla 
			kıyılarındaki sefalet manzaraları, varoşlardaki, ilkel 
			fabrikalardaki ekmek kavgası sürüyor, işsizlik, yoksulluk, açlık ve 
			güvencesizlik bitmedi. Çaresiz kaldığı için bedenini satan kadınlar 
			çoğalıyor, babalar kızlarını pazarlıyor. Evet hâlâ ve belki de şimdi 
			daha fazla. Çünkü bir toplumsal değerler sistemi de yıkılmakta ve 
			Orhan Kemal'in insanları daha büyük kayıplarla benzer koşullarda 
			yaşamaya devam ediyorlar. Ama artık onlar pek az yazılıyor. 
			Günümüzde, gerçeği yazmanın ve daha adil bir dünyayı arzulamanın 
			modasının geçtiği düşünülüyor. Bu çok yanlış çünkü edebiyatın gücü 
			karanlıkta kalmışlara, unutulmuşlara ışık tutabilir; insanlığa umut 
			ve direnç taşıyabilir. Orhan Kemal, bunu yüreklilikle yapabilmiş ve 
			bedelini ödemekten çekinmemiştir. Aynı çevrede yer aldığı, yakından 
			tanıdığı, benimseyip sevdiği insanları taze, dolaysız bir bakış ve 
			yüksek yazarlık vicdanıyla toplumsal gerçekçi dünya görüşü 
			çerçevesinde yeniden yaratma büyüklüğüyle kendisinden sonra gelen 
			bir çok yazara öncü olmuş ve beni hem okur olarak hem de yazarlığım 
			açısından çok etkilemiş ve beslemiştir. Ben insanı, bulunduğu 
			ülkenin, coğrafyanın, toplumun özel oluşum ve gelişim koşulları 
			içinde kavrayıp yazmayı öncelikle ondan öğrendim. Görmeyi, gördüğünü 
			kendi içinde yaşamayı ve bilincine vararak anlatabilmeyi de. En 
			önemlisi insandan umut kesmemeyi. Ben de onun gibi insanın doğuştan 
			kötü, suçlu ve bencil olmadığına inandım. Orhan Kemal'in bence çok 
			önemli bir başka özelliği Türk Edebiyatına ilk kez yaşayan, 
			cinsellikleri olan, kanlı canlı kadın kahramanlar taşımış olmasıdır. 
			Kendisine kadar, Öykü ve romanımızda daha çok geleneksel erkek 
			bakışının ürünü olan ve olay Örgüsünün basit taşıyıcısı durumunda 
			kalan kadınlar onunla, tutkulu, yırtıcı, gerçek ve etkileyici kadın 
			tiplerine dönüşmüşlerdir. Kadınları yazınsal yoğunluk içinde, 
			önyargısız ve cesaretle anlatabilme başarısı sonraki kadın yazarları 
			da kuşkusuz etkilemiştir. Bir yazar, başlangıçta kendinden önceki 
			büyük yazarların ayak izlerine basarak yol alır, onların yaktığı 
			ışıkta kendi yolunu, sesini arayıp bulur. Edebiyatın toprağı 
			geçmişin deneyimlerine dayanarak sürülebilir ancak. Orhan Kemal Türk 
			Edebiyatının en önemli yazarlarından biridir ve benim ustam dır. 
			Ustamın onurlu adına verilen ve bu yıl emeğime değer bulunarak beni 
			de onurlandıran bu büyük ödülü aldığım için son derece mutluyum. 
			Orhan Kemal adının ve eserlerinin sonsuza kadar yaşamasını diliyorum 
			ve bu çabayı sürdürenlere teşekkürlerimi sunuyorum. 
			HİLMİ YAVUZ 
			Kant ile Murtaza
			Orhan Kemal Türk edebiyatının medyamızın 
			buyurgan denetimine girmeden önceki döneminde Türk romanının büyük 
			adlarından biriydi. 
			Orhan Kemal'in en küçük oğlu Işık Öğütçü'nün, 
			babasının yayımlanmamış günlüklerinden ve şiirlerinden derlediği 
			Yazmak Doludizgini okurken, altmış altıncı sayfada durakladım. 17 
			Ocak 1970 tarihli günlüğü yer alıyordu o sayfada. Orhan Kemal, o gün 
			Murtaza romanının ikinci cildini yazmaya başladığını ve o akşam 
			Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Hilmi Yavuz'la buluşup konuştuğunu yazmıştı. 
			Duraksadım; o geceyi hatırlamıştım çünkü... Orhan Kemal, Türk 
			edebiyatının, medyamızın buyurgan denetimi altına girmeden önceki 
			döneminde Türk romanının büyük adlarından biriydi: -Kemal Tahir 
			gibi, Samim Kocagöz gibi, Kemal Bilbaşar gibi... Bugün, bütünüyle 
			medyaya endekslenmiş romancıların hakimiyeti altındaki bu güdümlü 
			(evet, güdümlü!) edebiyat ortamında, Orhan Kemal'in adının 
			anılmamasında şaşılacak bir yan olmasa gerek. Tıpkı Kemal Tahir'in 
			ya da Samim Kocagöz'ün veya Kemal Bilbaşar'ın esamelerinin 
			okunmayışı gibi... Işık Öğütçü'nün, babası için hazırladığı o 
			sevimli kitabı okurken, Orhan Kemal'in romancılığını yeniden 
			değerlendirmek mecburiyetinde olduğumuzu düşündüm. Bu mecburiyet, 
			onun, Türk romanının klasik dönemini belirleyen "gerçekçilik" 
			anlayışının (kendisi, "aydınlık gerçekçilik" demeyi tercih ederdi) 
			temelkoyucu kavramlarından biri olan "tip" kavramını, belki de Türk 
			romanı tarihinde en mükemmel örnekleriyle edebiyata geçirmiş 
			olmasıyla ilgilidir. Murtaza romanındaki Murtaza "tip"inin, klasik 
			Fransız romanında, mesela, ancak Balzac'ta rastlayabileceğimiz bir 
			edebi maharetle kurgulandığını nasıl görmezlikten gelebiliriz? 
			"tip"i, trajik ve komik olan'ın diyalektiği üzerine inşa etmek! 
			-Orhan Kemal'in büyük başarısı buradadır. Sadece Murtaza mı; 
			-elbette değil! Eskici ve Oğulları'ndaki Eskici'yi düşünelim. eskici 
			de, Tahir Alangu'nun deyişiyle, "eski özlemleri ve tutkuları ile 
			töreden kalma eski baba tipinin gülünç bir kuklası haline" düşer. 
			Ama bu düşüşte gülünç olan, trajik olanın öteki yüzüdür. 
			Tahir Alangu, Orhan Kemal'in ölümünden sonra 
			yazdığı "Orhan Kemal'in Romancılığı" başlıklı yazısında, tam da bu 
			mesele üzerinde durur. Orhan Kemal'in büyük hikayeleri ve 
			romanlarındaki "örnek tiplerin dramı"na dikkati çeker. Ben de, 
			bundan aşağı yukarı otuz yıl kadar önce yazdığım bîr yazıda, 
			Murtaza'nın, Kant m Ahlak Kuramı bağlamında drama düşmüş somut bir 
			insan tipi sayılabileceğini belirtmiştim. Bilindiği gibi, Kant, 
			ahlakını, kategorik buyruk ("categorical imperative") ilkesine 
			dayandırır. Bu, bir ödevi, herhangi bir kayıt ve şarta bağlı 
			olmaksızın, sadece Ödev olduğu için yerine getirme yükümlülüğüdür. 
			Murtaza da, "Ödevimi yapmam gerek" derken, bunun sonuçlarını 
			hesaplamaz. Kant, bu kesin ahlaki buyruğun, özü üzerinde bir 
			tartışmaya girilmesini doğru bulmaz. Ona göre, "Bu işi niçin yapmam 
			gerek," sorusuna verilecek cevap, "sebebi yok, yapmam gerek! "tir. 
			Murtaza da, kahvede işçilere Ödev ahlakı üzerine söylev verirken, 
			tastamam bu soruyu soracak ve şöyle diyecektir: "Neden? Çünkü lazım 
			böyle!" 
			Murtaza trajikomiktir. Ödevi, sadece bîr 
			formdan ibaret görmenin getirdiği katılıkla davrandığı durumlarda, 
			zorbadır Murtaza; -bu katılığı saçmalık kertesine vardırdığı 
			durumlardaysa, gülünç!. Orhan Kemal, Adana'daki bir fabrikadan 
			Murtaza tipinde bir Donkişot çıkartmıştır; -hem de müthiş bir 
			kurguyla! 
			Şimdi, medyanın güdümünde sahte bir edebiyatın 
			trajikomik tipleri dolaşıyor ortada. Orhan Kemal yaşasaydı, kim 
			bilir bu sahte edebiyattan ne Donkişot'lar çıkartırdı!  
			Hilmi Yavuz'un Zaman Gazetesi'nde 
			yayınlanan yazısı
			Görüşler 
			YAŞAR KEMAL
			            (Ünlem dergisi, Mart/Nisan 
			2004}   
			insanları anlatmak zor demiştim. Ama insanların 
			bir yönü olur ki, bütün yönlerine baskın çıkar. O yönünü anlatmak, 
			ortaya çıkarmak da kolay olur. Örneğin Orhan Kemal bir direnç 
			adamıdır. Şu insan soyu İçinde Orhan Kemal kadar belaya, işkenceye, 
			zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence... Orhan Kemal'in bu 
			dayanıklılığı şimdi bir sürü olayla aklıma geliyor da tüylerim diken 
			diken oluyor. Senaryocular, en pespaye, aşağılık Avrupa 
			romanlarından çaldıkları senaryoları Yeşilçam'da beş bine okuturken, 
			Orhan ancak beş yüz lira alabilir alın teri, gözünün nuru o 
			hikayelere... Çünkü Yeşilçam esnafı, polisin, hükümetin Orhan'ı 
			sevmediğini bilir, Çünkü Yeşilçam esnafı, Orhan'ın o gün öğleyin 
			evinde çocuklarının ekmek beklediğini bilir. Babıali esnafı da iyi 
			davranmaz Orhan'a. Babıali esnafı da onun öğle yemeğine muhtaç 
			olduğunu bilir. Onun için en kötü çeviriye en az iki bin lira 
			verirken, Orhan Kemal'in, içinde Bereketli Topraklar'ın (Üzerinde) 
			olduğu altı kitabına İki bin beş yüz lira verir. 1966'da bu çağda, 
			asıl zulüm budur. Baskı, vahşet, utanılacak hal budur. Hapis mapis 
			değil... insanlığımızın yüz karası, bir yazarın buna mahkum 
			edilmesidir. Orhan Kemal'le birlikte bir derginin kapısında elli 
			lira için tam iki saat beklediğimizi de biliyorum. Adam bizi 
			bekletti bekletti de sonra yarına, dedi. Oysa Orhan o dergiciye beş 
			hikaye götürmüştü. Orhan'ın ömrü böyle gazete kapılarında, Yeşilçam, 
			kitapçı kapılarında, böyle elli liralar beklemekle geçti. Zulmün en 
			amansızı budur işte. Hapis mapis değil... 
			Hâlâ şaşarım, Orhan Kemal o güzelim kitaplarını 
			bu dert, bu bela içinde nasıl vakit bulur da yazar? Onunla her şeyi 
			soracak kadar arkadaşım, ama bu soruyu bir türlü soramadım. 
			Bazı eyyam dalkavuğu eleştiriciler, onun çabuk 
			yazdığından, yazarlık gücünü harcadığından söz ediyorlar, yukarıda 
			anlattıklarımdan dolayı onu kınıyorlar. Hayır, yalan söylüyorlar, 
			kasıtlı konuşuyorlar. Ya da anlamıyorlar. Orhan yukarıda anlattığım 
			İnsanlık dışı koşullar içinde bile yaratma mucizesini 
			gerçekleştirmiştir. Hem de yapıtlarını her gün biraz daha 
			geliştirerek, güzelleştirerek... Benim şaştığım, bu koşullar altında 
			her gün biraz daha nasıl olgunlaştığıdır. Örneğin bir Eskici ve 
			Oğulları, Bereketli Topraklar'dan daha güzeldir. Bir Hanımın 
			Çiftliği, Baba Evi'nden daha güzeldir. 
			DOĞAN HIZLAN
			 (Hürriyet gazetesi, 26 Nisan 2003} 
			Bedelli askerlikten terhis olmayı beklerken, 
			beş yıla mahkûm edilmek; yazarın yol ayrımı böyle başlar. 
			Mahkemelere düştüğünde, bugün komik gelen 
			sorulara, iddia makamının söylediklerine verdiği yanıt, gerçekçi 
			edebiyat için günümüzde de geçerli bir gerekçe: "Hikaye kitabım 
			mahkemeye verilmişti. Hakim, iddia makamına uyarak konularımı neden 
			hep fakir fukaradan, işçilerden aldığımı; Türkiye'de varlıklı 
			insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştu, ilk bakışta 
			evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanların yoksulluğunu ele 
			alıyorum? O zaman hakime 'Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim 
			konulan alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, 
			nasıl yaşadıklarından haberim yok, demiş ve beraat etmiştim.'" 
			FERİDUN ANDAÇ 
			(Cumhuriyet gazetesi, 24 Mayıs 2001) 
			Resimli romanların dünyasıyla tanışmak, bu ilk 
			adım okumanın kapısını açabilir bize. Çocuğun dünyasında görsellik 
			önemlidir. Bunu izleyen süreçte sürükleyicilik ve serüvenin yanına 
			düşsellik eklenir. Jules Verne'vâri yazarlar, bu bakımdan her 
			çocuğun dünyasında derince izler bırakır. Yüzünüzü biraz daha hayata 
			dönmüş, topluma, hayata bakar olmuşsanız; hele bir de sokakları 
			tanıyorsanız, onları anlamanın kıyısına gelmişseniz; karşınızda 
			başka yazarlar duruyordur; Gorki, istrati, Steinbeck, Orhan Kemal... 
			Bu yetişkin halinizin İbresi belirmiştir çok az. Oku r — yazarlığın 
			sırrını da çözmeye de yönelmişsin izdir artık. Duygu ve düşünce 
			eğitimin yanı sıra okuma eğitimine de ilk adımdır bu. (... ) Orhan 
			Kemal, kişisel tanıklığından yola çıkarak yazdığı öykü ve 
			romanlarında topluma, toplumun insan çevre gerçeğine bakar. Ama 
			Türkiye'nin tarihsel/toplumsal değişim sürecine esas tanıklığı 
			yazınsal birikiminin ikinci evresiyle başlar. Toprak kavgaları, 
			feodalizmin can çekişmesi, tarımda makineleşme, kırsal kesim 
			insanının Çukurova'ya göç edişi, onların ekonomik serüvenleri, 
			insan ilişkileri... Sonrasında da bu göçü izleyen başka göçün 
			büyük kentteki sorunları... Orhan Kemal'in toplumsal değişim 
			sürecine tanıklığını üç temel nokta üzerinde değerlendirilmesi 
			gerektiği kanısındayım. Bunun birincisi tarihselliktir. Bu, sınıf 
			bilincini de içerir. Yani yazın dünyasına baktığımızda Orhan 
			Kemal'in sınıf bilincinden hareket eden bir yazar olduğunu 
			görüyoruz. Bir başka boyut ise toplumsallıktır. Bu da tanıklık 
			sürecini içerir. Diğer bir boyut ise bireyselliktir. 
			Yansıtılanlarda insan gerçekçiliğinin bütün boyutlarını görüyoruz. 
			Yani insanı dışsal gerçekliğiyle değil, bütün gerçekçiliğe 
			yansıtmayı amaçlar. 
			SENNUR SEZER 
			(Evrensel gazetesi, 2 Haziran 1996) 
			Füruzan Hüsrev Tökin, Arif Yesari dergiyi 
			(Büyük Gazete)  yönetenler arasındaydı. 'Melih Cevdet Anday, Adnan 
			Özyalçıner sanat sayfasında derlemelerini okuduğum yazarlardı. Ben 
			Taşkızak'tan arta kalan cumartesi öğleden sonralarını orada 
			değerlendiriyordum, sergi haberleri yazarak, düzeltim yaparak. 
			Orhan Kemal'i ilk kez orada gördüm.  Cağaloğlu'nda, Molla Fenari 
			Sokak'taki Büyük Gazete binasında. Hani Vatan gazetesinin yerinde 
			bir kat otoparkı inşaatı yükseliyor ya, o sokak. Bir ucu 
			Çatalhane'ye açılır. Tepeden tırnağa "pırıl pırıl, “özenli"  
			görünüyordu.  Gömleği lekesiz, pantolonu ütülü. Ayakkabıları boyalı. 
			Başında fötrü. Yüzü, asıklığa yakın bir durgunluktaydı..  Herkes 
			mürettiphanede  olmalıydı, yöneticileri sordu galiba. Ben "kahveyi 
			nasıl içersiniz" dîye yanıtladım ve alt kata koştum. "Orhan Kemal 
			geldi! Orhan Kemal" Telifini almaya gittiğinde hep o endişeli yüzü 
			taşıdığını, kimi yayın evlerinde çay ısmarlanmasını o gün para 
			ödenmemesine işaret saydığını, çok daha sonraları öğrenecektim. 
			İkbal Kahvesi'nde, Meserret Kıraathanesi'nde, Varlık Yayınevi'nde, 
			ukça. Tam takım elbisesiyle dolaş-ayakkabılarına gösterdiği özen 
			belki avunma yoluydu. Ya da giydiklerinin eksikliğini gizlemek 
			isteği. Şiirlerim İçinse bir önerisi vardı, Gorki'nin Ana'sı gibi 
			bir tip yaratmak. Öyle bir edası mı olur, öyle bir imge mi, benim 
			bileceğim, çözeceğim şey. Ama bir ana şiiri yazılmalıydı. Hâlâ 
			uğraşıyorum dediğini yapmak için. Orhan Kemal, sonraları iyi 
			arkadaşım oldu. Yaşamının kimi yanlarını "kadın gözüyle yargılamam" 
			için anlatan. Öykülerindeki genç kız karakterlerinin, 
			davranışlarının, ruh çözümlemelerinin irdelemelerini yaptırdığı. 
			Sabah erken kalkıp çalıştığını, Cibali'de eski bir evde oturduğunu 
			bilirdik. Küçük sevinçlerinin Adana Kebab'ta ya da Aksaray'da bir 
			dubleyle sınırlı oluşunu. Büyük oğlunun adının Nâzım olduğunu da. 
			Nâzım Hikmet'le üç buçuk yıl aynı hapishanede yatmıştı. Bursa'da, 
			"Hapishane idaresinin beton sofası köşesinde duran eşyalarını 
			Necati gösterdi: Pötikareli bir çula sarılı yatak dengi, meşini 
			eskimiş iki bavul, bir sepet... Demek o da bizim gibi herhangi bir 
			insandı, şiirden gayrı şeyler, fani şeyler de düşünebilir, yatak 
			dengi, bavulu, sepeti olabilirdi. 
			FAKİR BAYKURT
			(Emek Gazetesi  3 Haziran 1979) 
			Eleştirmenlere göre en göz alıcı romanı 
			Murtazâ'dır. Balkanlar'dan göçüp gelmiş bir fabrika bekçisinin acı, 
			gülünç portresidir bu. Kendine ve sınıfına yabancılaşmış Murtaza, 
			fabrika sahibinden muhasebeciye kadar herkesi amiri bilir ve sıkı 
			disiplin içinde, "ciğer paresi" evladına bile acımadan görevini 
			yapar. Beyni militer, islam ahlak anlayışı dolu, anlaşılmaz bir 
			görevsever. Beklediği, fabrîkanın işçisi olan öz kızının ölümüne yol 
			açar. Amirim dediği patronlar zor gününde tanımaz bile. Acı gerçeği 
			zamanında göremez ne yazık. Bu aşırı görevsever, acı, gülünç tip,  
			belki  bu türden  davranışları "murtazacılık" diye, bilincini 
			bulamamış işçi tipinin karakteristiğini sergiler, insan romanı 
			okuyup bitirdiği zaman o zavallının acısından uzun süre kurtulamaz. 
			(...) Özellikle kadın işçi okurlar için Cemile romanını anmak ve 
			önermek isterim. Okuyup üstüne seminer düzenlenmeli; kurtuluşa 
			giden ışığın yolunu bulmaya çalışılmalıdır. Devrimciler arasında 
			sadece ideoloji anlatan temel kitapları okuyup başka kitap kapağı 
			kaldırmaktan vazgeçmeyi, zaman yitirir diye roman, öykü okumayı 
			nedense zararlı saymayı, ben sağaltılması gereken bir kültür 
			hastalığı olarak görürüm. Okumadan olur mu? Onları sadece okumakla 
			kalmayıp birlikte seminer düzenleyip tartışmayı da gerekli görürüm. 
			
			TARIK DURSUN K. 
			
			(Dünya gazetesi, 25 Ekim 2001) 
			Yazılı değildir ama yine de kuraldan sayılır; 
			yazar kısmı, özellikle hikayeci ve romancılar kendi kredilerini 
			kullanır; romanda da, hikayede de. Yaşam gerçeği en çok kendi 
			gözlemledikleri, yine kendilerine ait gerçeklerdir de ondan. Türk 
			küçük hikaye sanatının ustaları (Sait Faik'ten Yaşar Kemal'e, 
			oradan Orhan Kemal ve Muzaffer Buyrukçu'ya kadar uzanan zincir 
			içinde) bu "kredi”nin en elle tutulur örneklerini vermişlerdir. Bu 
			yazarlar içinde en çok öne çıkanı, hikaye ve romanlarıyla Orhan 
			Kemal'dir. Şunu diyebiliriz; Orhan Kemal'in gerçek yaşamdaki 
			serüvenleri en ince ayrıntılarına dek Orhan Kemal hikaye ve 
			romanlarındadır. Orhan Kemal "küçük insan"ların, kıyı, kenar 
			semtlerin ve mahallerin, oralarda cendereye alınmış gibi sıkışık 
			yaşayanların dünyalarını yaza yaza bitirememiştir. Bitirememiştir, 
			çünkü o çevrelerde yaşayan insanların toplamı yazarın sağlığında 
			bitmemiş, yaşam koşulları değişiklik göstermemiş ve serüven yürüyüp 
			gitmiştir. Sonra, daha çok 50'li yıllar ve onu izleyen yıllarda 
			toplumun alt kesiminde bir dönüşüm başlatılmış ve çoğunluğu 
			oluşturan o kesim insanı iç ve dış güçler aracılığında kendi 
			kabuğunu kırıp çıkmış; ardından da üreticilik aşamasına girmeden 
			doğrudan tüketici yapılmıştır. 
			FETHİ NACİ 
			(Cumhuriyet Kitap, 06, 06. 2002) 
			Orhan Kemal'in bir çabasına değinmek gerek. 
			Romanın birinci baskısı 1954'te, ikinci baskısı 1964'te. Başka türlü 
			söylersek, biri Demokrat Parti döneminde, öbürü 27 Mayıs ertesinde. 
			Birinci baskı 288 sayfa, ikinci baskı 427 sayfa. 
			ikinci baskının kapağında yayınevi şöyle demiş: 
			"Yayımlandığı sıralar yılın en başarılı romanı sayılan bu kitabı 
			Orhan Kemal, ikinci baskısı için üzerinde tam bir yıl çalışarak, 
			adeta yeniden yazdı. "Orhan Kemal gerçekten çalışmış roman üzerinde. 
			Önce birinci baskıdaki şive taklitlerini kaldırarak çok akıllıca bir 
			iş yapmış. Sonra romana yer yer bazı ekler yapmış. Bunların bazıları 
			gerçekten yararlı, bazı hareketleri ya da psikolojik durumları 
			aydınlatan ekler; bazıları romanın örgüsündeki yoğunluğu bozan 
			gereksiz uzatmalar (genellikle Pehlivan Ali ile İlgili olan ekler); 
			bazıları da 27 Mayıs sonrasının getirdiği nispî özgürlük ortamında, 
			Orhan Kemal'in romanla daha fazla görevler yerine getirmek 
			kaygısıyla yaptığı ekler. Romandaki kişilerin sömürü bilincinden 
			uzak olduklarını belirtmiştim. Birinci baskıda Orhan Kemal, belirli 
			şartların sonucu olan bu gerçek duruma sonuna kadar bağlı. Oysa 
			ikinci baskıda, "romanıyla bilinçlendirme çabası", zaman zaman var 
			olması mümkün de olmayan bir bilinci varmış gibi göstermesine yol 
			açmış. Örnekse birinci baskıda "Pehlivan Ali kocaman yumruklarını 
			sıkmış öfkeyle bakıyordu. Hasan'a değil onu bu hallere sokan kahpe 
			feleğe." (s,117) Oysa, Orhan Kemal'in bütün roman boyunca 
			ayrıntılarıyla gösterdiği gibi, Pehlivan Ali "devrin, devranın, 
			kahpe feleğin" farkına varmadan öbür dünyayı boylayacaktır. Bir de 
			Allahla, dinle, ağalarla ilgili ekler var. Örnekse "Bu Allah da hep 
			onların Allahı mıdır nedir? Fakir fukaraya garaz tekmil..." (s.250) 
			Birinci baskıda topal, "Allanın acımadığına" deyince Hidayet'in oğlu 
			"Ne biliyorsun acımadığını" (s. 86) derken ikinci baskıda "insan ol 
			da sen acı" (s.125) der. ikinci baskıya eklenen bir cümle de şu: 
			"Sen, ben hatta ağa olmasa da işler yürür ama, onlar (işçiler) 
			olmasa yürümez!" (s.261). Batöz ustası söyler bunu. Zaten bütün 
			roman da olan bitenin farkında olan iki emekçi vardır, ikisi de İşçi 
			sınıfından gelme batöz ustası. Orhan Kemal'in sömürülenleri 
			uyandırmak manıyla bir şeyler söyleme çabasın rum: Ama bu eklerin, 
			belirli bir j içinde, yama gibi kaldığını da soy edemeyeceğim. 
			Bereketli Toprakı rinde, bir bilinçsizliğin romanıdır; bı ler, ister 
			istemez, romanın bütünlü] rar verecektir. (...) Orhan Kemal, 
			insanlara hep umu iyimserlikle bakar. Türk romanında han Kemal 
			bakışı" vardır. O her şeye rağmen aydınlık bir yan, insani bir yan 
			bulabileceğine inanı eserlerinde gösterirken, anlattığı to ekonomik 
			şartlara kimi zaman bo; bile olur. Oysa, Bereketli Topraklar de'de, 
			severek, kahrolarak baktığı i hoşgörüyle ama olduğu gibi gösteri rm 
			birbirine güvensizliklerini, yalar nı, birbirlerini 
			gammazlamalarını, ; çiliklerini bütün çıplaklığıyla göste Zeynel'in 
			söylediği "Onların seks bir mezelik yürek çıkmaz" (s. 400); gerçekçi 
			bakışın özeti gibidir. 
			Hasıraltı'nda buluşuyor, '68 Kuşağı'nın 
			devrimci gençleri de üstada bir şey olmasın diye camlı bölmenin 
			çevresinde etten duvar örüyordu adeta. Rivayetler "raviyan-ı ahbar"a 
			kalsın, Orhan Kemal'in çevresinde dönen söylentiler ise o zamanın 
			gençlerinin çoğunun malumu idi. 
			Özellikle de Muzaffer Buyrukçu ve Arap Talat'ın 
			anlattıkları... 
			Karaköy'de Toprak Mahsulleri Ofisi'nde 
			çalıştıktan sonra emekli olan Buyrukçu ve Talat, bir de matbaacı 
			Yelfe İhsan, Orhan Kemal'in sıkı dostları arasındaydı. O günlerden 
			kalan bir Orhan Kemal anısı gönüllerde şöyle mekan bulmuştur: Üstat, 
			hastalığı nedeniyle Bulgaristan'a gitmişti. Varna yakınlarında 
			yazarlar evinde misafir edilir. Masasında bir kuş sütü eksiktir, 
			fakat Bulgarlar ne yapsalar, üstadın yüzünde yine de mutluluğun en 
			küçük bir esintisi görülmemekte... Bir gün nedenini sorarlar. Üstat, 
			mutsuzluğunun nedenini şöyle açıklayacaktır: "Her şey çok güzel de 
			Muzo (Buyrukçu), Arap, Yelfe yanımda olmadıktan sonra kiminle 
			muhabbet edeceğim. Olmaz olsun böyle mutluluk!" Hani, "Gönül sohbet 
			ister, kahve bahane" derler ya, o misal... 
			Geçen gün, iş bu "kahve" bahanesiyle yolum 
			Cihangir Akarsu caddesinde Orhan Kemal Müzesi ve ikbal Kahvesi'ne 
			düştü. (...) Vefalı çocukları bir "Orhan Kemal Kültür ve Sanat 
			Koordinatörlüğü"   kurmuşlar.  Oğlu Işık Öğütçü, babasının " 
			aydınlık gerçekçiliği" ile müze ve kahveyi aydınlatıyor. (...) 
			Amaçlarının bir kültür ve sanat vakfı kurmak olduğunu söylüyor, 
			babasının imzasını taşıyan fincandan kahvesini yudumlarken... 
			Ardından bir anıt mezar yapımı ve kültür sitesiyle Orhan Kemal 
			enstitüsü ya da üniversitesinin kuruluşu. (...) Yaşım, Orhan 
			Kemal'in öldüğü yaşı çoktan geçti, ama ben hâlâ yaşadığına 
			inananlardanım ve hâlâ yazmayı sürdürmekte. Bakarsınız, sizin de bir 
			hikayenizi yazar, ikbal Kahvesi'nin bir müdavimi olarak... Neden 
			olmasın! 
			ALİ POYRAZOĞLU 
			(Sabah gazetesi, 26 Ekim 2003) 
			(Semaver Kumpanya) Nisan ayından beri Orhan 
			Kemal'in ünlü romanı Murtaza üzerine çalıştı. Oyun daha önce iki üç 
			kere sahnelendiği, İki kere de filme çekildiği için yeni bir yorum, 
			yeni bir bakış gerektiğinin bilinciyle dalmışlar ünlü romanın içine. 
			Orhan Kemal'in büyük ustalığı çok sıradanmış gibi öyküler anlatırken 
			okuyucuyu toplumun bilinçaltına büyük yolculuklara çıkartmasında 
			gizliydi. Semaver Kumpanya oyuncuları da dilimize "Murtazalaşma 
			hali" olarak yerleşmiş dünyaya bakma, varolma halinin hangi 
			koşullarda gerçekleştiğinin öyküsünü anlatmaya karar vermiş. Oyun, "Murtaza 
			Nasıl Murtaza Oldu'yu anlamak ve seyircilere nakletmek üstüne 
			kurulmuş. Başkaldırmadan, eleştirmeden, gözü kapalı ve sonuna kadar 
			sisteme teslim olan Murtaza'lardan birinin Öyküsünü anlatırken 
			Murtaza'ları yaratan kaosun, toplumsal karmaşanın, çöküntünün de 
			anlatılması oyunu çok etkili kılmış. Açık biçim dediğimiz birçok 
			Özgürlükler tanıyan yorumlama üslubundan bio-mekanik dediğimiz 
			disipline birçok anlatım yollarını harmanlayıp etkileyici bir sahne 
			dili oluşturmuşlar, Orhan Kemal'in romanı Semaver Kumpanya 
			sahnesinde yeniden doğuyor. 
			HALİT KIVANÇ  
			Takım kaptanları Haldun Taner ve Orhan Kemal ve 
			de büyük maçın hakemi Halit Kıvanç, 
			Siz benim bir futbol maçında hakemlik yaptığımı 
			duydunuz mu hiç? Bahse girerim ki "yok canım... olmaz öyle şey" 
			dersiniz. Ama oldu işte! Hem de bir değil, iki değil, tam üç kez... 
			Maçlarda gördüğünüz hakemler gibi giyindim, sahaya çıktım, düdüğümü 
			çaldım ve oyun yönettim. Çok merak ettinizse anlatayım. 
			Yıllar önce büyük gazetelerde çalışanlar, 
			yazarlar, çizerler, foto muhabirleri toplanır, formamızı giyer, 
			çıkıp top oynardık, işte o maçların ikisinde hakemlik yaptım. 
			Birinde Cumhuriyet gazetesi takımı o sıraların büyük gazetesi 
			Vatan'da çalışanların oluşturduğu takımı 4-1 yenmişti. Ötekinde de 
			Tercüman gazetesi takımı Yeni Sabah gazetesi takımına 3-1 galip 
			gelmişti, iki maçta da hakemliğimden şikayet etmemişlerdi. Fakat 
			üçüncü hakemliğim, pek çok yönden tarihe geçti. Yalnızca spor değil, 
			sanat tarihimize de, edebiyat tarihimize de... Çünkü karşılaşan 
			takımlardan biri ünlü tiyatro sanatçılarından, diğeri ünlü 
			edebiyatçılardan oluşuyordu. (...) 
			Büyük yazar Orhan Kemal'i futbol maçında top 
			sürerken görenler önce şaşırmıştı. Ama ustanın gençliğinde Adana 
			Karması'nın golcüsü olduğunu öğrenince şaşkınlıkları geçecekti. Hele 
			Orhan Kemal'in attığı çalımlan seyredince. (...) A? sonra ilk 
			düdüğümle maç başlıyor ve daha ilk akından gol geliyordu. Bu golü 
			(bizzat yiyen) Türk Edebiyatçılar Birliği kalecisi Adnan özyalçıner, 
			yıllar sonra bir öyküsünde şöyle anlatacaktı: "Baktım top Keşanlı 
			Ali'nin ayağında... Fakat güneş tam karşımdan geliyor, Cezzar'ın 
			kafasına çarpınca gözlerim kamaştı. Bir adım öne çıkarken Engin topa 
			frikik atar gibi vurunca top beni aştı, süzüle süzüle kalemize 
			giriverdi. " (...) 
			Ve gerçekten şahlanan edebiyatçılar, o yenik 
			durumdan kurtulmayı başaracaklardı. Eski günlerin gol kralı Orhan 
			Kemal gemisini kurtaran kaptan oluyordu, ilk yarı 2-2 kapanacak 
			sanılırken Edebiyatçılar üçüncü golü de atmış, kırk beşinci dakika 
			biterken 3-2 öne geçmişlerdi. (...) Dediğim gibi... Şakacıktan bir 
			maçtı, eğlence idi, dinlence idi. işin alayındaydık. Bana bir daha 
			hakemlik yaptırmasınlar diye penaltıyı gol olana kadar 
			tekrarlatmıştım.. 
			Sonrasında edebiyatçılar gerçekten harika 
			oynadılar, Ülkü Tamer takımını tekrar Öne geçirdi. Ve maçın son 
			dakikalarında Orhan Kemal uzaktan attığı mükemmel golle takımının 
			zaferini ilan etti. Edebiyatçılar Keşanlı Ali'leri 5-3 yenmişlerdi. 
			Oyundan sonra kucaklaşmış, tekrar böylesi 
			güzelliklerde buluşmayı dilemiştik. Ama ne yazık ki olmadı, olamadı. 
			Olay, tatlı anılarımız arasında kaldı. Haldun Taner'leri, Orhan 
			Kemal'leri golleriyle değil, kitaplarıyla yaşatmaya devam ettik... 
			(Bütün Dünya) 
			ÖZDEMİR İNCE 
			(Hürriyet gazetesi) 
			Bir eşleştirme yapacak olursam, Orhan Kemal 
			bizim Maksim Gorki'miz, Ignozio Silo-ne'miz, Emile Zola'mızdır. Buna 
			karsın kimileri Orhan Kemal'in, Zola, Gorki ve Silone'nin kendi 
			ülkelerinde sahip oldukları edebî makama sahip olmadığını ileri 
			sürebilir. Yazınsal itibar ne işe yarar, nereden kaynaklanır ve 
			etkinlik alanı nedir? Sanıldığı gibi, çok okunmanın, okur nezrinde 
			amigo sahibi olmanın yazınsal saygınlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu 
			alanda, kişisel böbürlenmelere icazet veren, "Renkler ve zevkler 
			tartışılmaz" safsatası da geçerli değildir. Makine yağıyla sütü 
			karıştırıp içeni ya da uyumsuz renkleri bir araya getiren hödük 
			bulamaçcıyı "zevk sahibi" mi sayacağız? O misal, Bereketli Topraklar 
			Üzerinde, Eskici ve Oğulları, Cemile ve Murtaza'nın yazınsal 
			varlığından habersiz Adem'e tanrılar bile yardımcı olamaz. Gerçek 
			yazarlar konusunda "unutulmak" fiili geçersizdir. Onlar "var"dır. 
			Öylesine vardırlar ki bütün moda yazarların yok oluşlarını 
			görürler.  
			   |