| 
			 NASIL 
			YAZIYORUM? 
			Gerçekten de, okurlar meraklıdırlar. Haksız da sayılmazlar. Ben, 
			masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına 
			geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer 
			dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce 
			beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen 
			o gün kafama bir şey takılmıştır. Ama daha çok, yıllarca önce kafama 
			takılan, beni zaman zaman şu ya da bu vesileyle kendisi üzerinde 
			düşündüren bir konudur da, nasıl yazsam diye, biçimi üzerinde 
			dururum. Öyle ya, öz belirgin. Biçim? Çünkü daha önce çeşitli 
			biçimlerde bir şeyler yazmışsınızdır. Daha önce yazdıklarınızda 
			kullandığınız biçimlerden ayrı, başka, çok başka olmalıdır. İşte 
			gezip dolaşırken beni düşündüren noktalar bunlardır: 
			1) ÖZ - Niçin 
			yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum? 
			2) BİÇİM - Nasıl söylemeliyim? 
			Yukarıdaki öz ve biçim 
			çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda 
			satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre 
			canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da 
			meyhanesiyse, atarım kapağı. Fazla içmem. Neşemi sürdürmek, daha iyi 
			düşünmek için pek pek iki duble. Bu iki duble içilirken, konu kendi 
			kendini yazar da yazar. Size bir Örnek: Bereketli Topraklar 
			Üzerinde’nin ilk yazılışında Adana’daydım. Kafamda bu. Öz ve 
			biçimini tespit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ın ölüm 
			sahnesine takılmıştım. O sırada tam Seyhan kıyısındayım. Kendi 
			kendime mırıldanarak, Hasan’ın hemşehrisine vasiyetini en iyi 
			biçimde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on, 
			tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama: 
			“-Kardaşlar, beraber tuz epmek yidik. Ola ki, benim size hakkım 
			geçmiştir. Benim iflahım kesik...” falan der ya? Oralara gelince bir 
			an Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için satın aldığım saç 
			tokası. Hemşehrilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. 
			Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden 
			de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama, hemen kâğıda kaleme sarılıp o 
			pasajı notladım. 
			Çoğunluk geceleri, 
			sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir, 
			makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı 
			saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş 
			değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır. 
			Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O 
			okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır 
			mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış 
			da bana okuyor! 
			Sokakların Çocuğu 
			baştan başa o yılların verisidir. Bir de, evet bir de Bir Filiz 
			Vardı! Dikkat ederseniz, bu iki kitapta üslûp tamamen değişiktir. 
			Şimdilerde çöller 
			gibiyim. Ne aşk, ne meşk. 
			Bir de Müfettişler 
			Müfettişi’ni yazarkenki acı günlerim... Bunu özellikle 
			belirtmeliyim. Beş yaş küçüğüm aşağıda, komada, can çekişiyor, ben 
			yukarda, odamda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilecek olan bu 
			romanımı yazmak zorundayım! Bir yanda ölüm, ötede komedi, mizah. 
			Kitabın sonlarındaki ölüm sahneleri, yani romanın kahramanı olan 
			zâtın annesinin ölümünde, sanırım, içinde bulunduğum ruh halinin de 
			payı vardır. 
			Çoğu zaman öz ve biçim 
			iyice belirlenmiş, hatta yazılmaya da başlanmış olabilir. Olabilir 
			ama, attığım taş istediğim kuşu vuramamıştır. Yâni, “Bayram haftası” 
			demek istedim, yazdıklarımdan “Mangal tahtası” çıkar. O zaman, bir 
			iç huzursuzluğudur başlar. Günler, haftalar, bazan aylar... sonunda 
			kaldırıp atar, unutmaya karar veririm. Ne mümkün? Zaman zaman, 
			başını çıkarır içimden, bana kendini gösterir. Yıllardan sonra, hiç 
			ummadığım, hatta onu düşünmediğimi sandığım bir an kafama düşüverir. 
			İstediğim olmuş, attığım taş istediğim kuşu vurmuştur. (1). 
			  
			
			SANAT ANLAYIŞIM 
			 
			SANATIMIN AMACI 
			Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca var mı acaba? 
			Halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler 
			doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını 
			isteme çabası. 
			Ünlü Lincoln’ün 
			demokrasi tarifi gibi: “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” 
			der o. Biz de neden şöyle demeyelim? “İnsanlığın, insanlık 
			tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat.” (Varlık, 
			1.8.1970) 
			 
			FELSEFÎ GÖRÜŞÜM 
			-Felsefi görüşünüz nedir? Eserlerinizdeki yankısı? 
			- Bu sorunuzun karşılığını birinci sorunuza verdiğim karşılıkla 
			yanıtlamış sayılsam da, bir parça daha açıklamakta mahzur yok: 
			Toplumcu bir yazar, “materyalist bir felsefe”ye sahiptir şüphesiz. 
			Ama bu materyalizm, metafizikçi yönü de bulunan bir materyalizm 
			olmayıp, “bilimsel materyalizm”dir. Buradan hareket eden müessir, 
			yani yazar, eserleriyle de bu hareket noktasına paralel olacaktır. 
			(Varlık, 15.1.1966). 
			 
			SANAT VE PROPAGANDA 
			Hangi türden olursa olsun, sanat eserinin, onu yaratan 
			sanatçının fikri aşamasından gelen bir “propaganda” aracı olmamasına 
			imkân var mı? Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir yazar da, 
			düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene girmesini istemekle, o 
			toplumu teşkil edenlerden “her birinin” ekonomik hürlüğünü istiyor 
			demektir. Bu istem, bu isteme karşın olan “Çıkarcılar”a, yani mutsuz 
			insanlar mahşeri içinde yalnız kendi mutluluklarını düşünen, 
			ellerine geçirmişlerse bunu kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak 
			istemeyenlere karşın olacağından, davranış elbette politiktir ve 
			şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini savunuyordur. Ama bu 
			savunu bir ekonomi, bir sosyoloji, bir bilmem hangi bilim kitabı 
			kuruluğunun bilimsel kesinliğiyle değil, söz sanatının sahneye 
			uygulanmış ve estetik yönü ön plana alınmış, artistik bir savunusu 
			olabilir. Yani sanatçının tutumu “eğlendirici” olmaktan çok, 
			“düşündürücü” olmalıdır. Ya da bir başka deyimle, gerekiyorsa, 
			“güldürüp ağlatarak düşündürmeli”dir. (Varlık. 15.1.1966). 
			 
			SANAT VE EĞİTİM 
			- Sizce tiyatro, toplumu eğitmekte faydalı olabilir mi? 
			- Yukarıdaki açıklamamdan anlaşılacağı üzere, tiyatro, öbür sanat 
			türleri gibi, toplum eğitiminde şüphesiz faydalı olabilir. Toplum 
			düzensizliğinin nedenleri, niçinlerini sahnede kurcalayan bir oyun, 
			eskilerin dediği gibi, hem pir “mekteb-i edeb”, hem de ciltlerle 
			ekonomi, sosyoloji ve psikoloji kitabının kolay kolay 
			öğretemeyeceklerini belletiveren bir anlatım aracıdır. (Varlık, 
			15.1.1966). 
			 
			SANATTA BİLDİRİ 
			- Oyunlarınızla topluma iletmek istediğiniz bildiriniz nedir? 
			- Sanat eserinin bildirisi değil de, bence, sanatçının bizzat 
			kendisi önemli. Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da 
			mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzenin 
			den gelebileceğine inanıyorum. Hikâye, roman, tiyatro oyunlarımın da 
			bu inançtan hız alacağı doğal. 
			Çağımızın pek çok 
			toplumları gibi, içinde yaşadığım kendi toplum düzenimizin de 
			insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben, hikâye, 
			roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini 
			insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da 
			kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı 
			elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya 
			çalışırım. (Varlık, 15.1.1966). 
			 
			BİLDİĞİNİ YAZMAK 
			Ben, köydeki köylüyü yazmadım.. Çok iyi bildiğim köylüyü yazdım.. 
			Kemal Tahir gibi yaşamadan yazmadım. Kemal Tahir’in romanları, köyde 
			yaşamadığı için, köyü görmediği için nazarî yazılmış romanlardır.. 
			Kemal Tahir köyü bilmez.. Hele köylüyü hiç bilmez.. Sevmez onları. 
			Çankırı, Malatya, Çorum hapishanesinde tanımıştır köylüyü.. Oku 
			Köyün Kamburu’nu, Yedi Çınar Yaylası’nı.. Ben, çok iyi bildiğimi 
			yazmak isterim.. Yazmak için, görmeliyim, yaşamalıyım.. Ve içimdeki 
			o hız beni itmeli.. (Nurer Uğurlu / Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 
			45). 
			 
			TANIDIĞI İNSANLARI YAZMAK 
			Ben tanıdığım insanları yazdım.. Son romanım Kanlı Topraklar’da, 
			bile kimler yok?.. Nuri Has’tan Abidin Dino’ya.. Hacı Ömer’den Osman 
			Zengiler’e kadar.. Evet, ben tanıdığım insanları yazdım.. Tanıdığım, 
			konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları 
			yazdım.. Ben bu insanları inceledim, araştırdım.. Ağa oğlu olarak, 
			namuslu bir vatandaş olarak inceledim.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemalin 
			İkbal Kahvesi, s. 45.) 
			- Niçin hep işçi, 
			köylüleri anlatıyorsunuz? Zenginleri de anlatsanız sanatınız 
			değerinden mi kaybeder? 
			- Hep işçiyi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. 
			Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır, İşçi ve köylüler 
			çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki.. Bununla beraber, 
			hikâyelerim arasında halli vakitli kişiler, halli vakitli kişilerin 
			hikâyeleri yok değil. Örneğin: Pervin, Umum Müdür, Yeni Arkadaş, 
			Üzüntü. Vukuat Var’daki büyük çiftçi Muzaffer Bey, çevresindeki 
			halli vakitliler.. 
			Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar, söz ediyorum. Keşke daha 
			geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam. (Dost dergisi, Haziran 
			1958). 
			- Evet. sosyalist çizgide bir eylemim yok, ama yapıtlarımda sosyal 
			sınıflar arasındaki durumun ne olduğunu gösteriyorum. Ne dediğini 
			bilen bir yazar için. sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten. 
			Bir toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağımlı olmamak olanaksızdır. 
			(Y. Kenan Karacanlar/Orhan Kemal, 1974, S. 106). 
			 
			SANAT ENDİŞESİ VE SOSYAL ENDİŞE 
			- Sanat endişesiyle mi yoksa sosyal endişe ile mi yazarsınız? 
			- Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sosyal endişe, 
			sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında 
			vardığı kanaatların neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı 
			olması lâzım gelen sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla 
			belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin sosyal endişe. Fakat bu, 
			sanatın ikinci plana itilmesi demek 
			değildir. Yukarıda da söylediğim gibi bu ikisi birbirinden ayrılmaz 
			bir bütündür. (Mustafa Baydar /Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S. 
			115). 
			- Toplumcu sanat anlayışının uygulanması eserin estetik değerini 
			düşürür mü? Düşürmemesi için ne yapmak gerekir? 
			- Hayır! Hayır ama, eserin estetik, sanat değeri yoksa, toplumsal 
			konudur diye de değerlenmez. Eğer gerçekten sanat eseriyse, özü 
			kadar biçiminin estetiği de göz önünde tutulmuş demektir. Yani öze 
			en iyi, en uygun biçimi vermek sanatçının baş problemidir. (Dost, 
			1.6.1958). 
			 
			YAZAR, HALK VE İNSAN 
			Söylediğiniz gibi, sanatı halkın hayat realitesini aksettirici ve 
			onun sosyal mücadelelerini destekleyici bir fonksiyon sayan sanatçı, 
			karşılığında pek bir şey beklemeden vazifesini yapıyor. Üst yanı 
			ise, halka sırtını dönmüş, çalakalem gidiyor. Onca sanat, bir 
			eğlendirme, hoşça vakit geçirme vasıtasıdır. Bu bakımdan, 
			memleketimizin sanatçıları -yüzde bir miktar müstesna- görevlerini 
			yapmıyorlar. (Yeryüzü, 1.12,1951). Ben halkımı, köylümü, bütün 
			köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım.. Belirli bir 
			takım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış 
			insanların, imkâna kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine, 
			ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum. (...) 
			Yazmak için yaşamak, 
			duymak, halkı algılamak gerekir.. Bir yazar için çok gereklidir 
			halkın içinde kalabilmek.. Ve halkın değişimini algılamak.. 
			Eskimemek için.. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına 
			düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım 
			günü gününe sürer gider.. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün 
			boğuşmak gerekir ekmekle.. Bu ara halktan yana olduğum için de çok 
			güç bir fatura ödetirler.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal 
			Kahvesi, S. 63, 135-136, 16). 
			Ve neticede şuna 
			vardım: İnsanoğlu, doğal olarak fena değil, kötü değil. Onu toplumun 
			sosyal şartları kötü yapıyor. Hırsız yapıyor, katil yapıyor, eşkıya 
			İskender yapıyor, efendim şunu yapıyor, bunu yapıyor. (Beş Romancı 
			Tartışıyor, S. 52). 
			 
			KONU 
			Gerçekten de, konularımın genel kaynağı ne? Bunu sizin sorunuzdan 
			sonra ciddi ciddi düşündüm. Halk diyeceğim, ama bu tam bir karşılık 
			olmayacak. Zaman zaman “Halk”la hiç ilintisi olmayan konuları belki 
			fantezi olarak işlemişimdir. O halde konularımın kaynağı ne? Bunu 
			şöyle mi belirtsem acaba? Sanatçı olarak, herkes gibi yaşadım, 
			herkes gibi, herkes kadar düşündüm yurdumu, evreni. Herkes gibi bazı 
			genellemelere vardım. Daha doğrusu, birtakım “doğru”lara demek daha 
			yerinde. Bir açım oldu. Bu açıdan çevreme baktım, konularımı seçtim. 
			Evet evet, bu “seçtim” sözcüğü yerinde. Sanatçı her önüne çıkan 
			konuyu alıp işlemez, bir seçme yapar. Bu konuyu neden aldım? Niçin 
			işleyeceğim? İşlemekten amacım ne? Daha açık bir deyimle, 
			yurttaşlarımla insanlığa ne demek istiyorum? Ne demek isteyeceğim? 
			diye sorar. Bunu her sefer sormaz şüphesiz. Onda bu bir huy haline 
			gelmiştir. Konusunu alır, işler. Yani sanatçı, konusunu ister 
			halktan ister fantezilerden alsın, insanlara güldürü ya da düşündürü 
			yoluyla bir şey ya da bir şeyler söylemek amacıyla hareket eder. 
			Yukarıdakiler gözönünde tutulmak şartıyla diyebilirim ki, 
			konularımın genel kaynağı İNSAN’dır, (Varlık, 1.8.1970). 
			 
			İYİMSERLİK 
			Romanlarımdaki iyimserlik bana halkımızı yakından, çok iyi 
			tanımaktan geliyor. Daha açıkçası ben halkın kendisi, bir 
			parçasıyım. Onun için yakından görüyor, biliyorum ki en kötü insanın 
			bile iyi bir yanı var. Daha açıkçası, en kötü insanı içinde yaşadığı 
			toplum yaratıyor, onun için bizim bulunduğumuz toplumun değil, 
			dünyanın gelecekte düzene gireceğini, düzenli toplum insanlarının da 
			daha çok mutlu olacağına inanıyorum. (Ortam dergisi, 1.1.1965). 
			Toplumda gadra uğramış 
			insanların -sosyal bakımdan- iyimserliğe ihtiyaçları var. Gerçekten 
			iş bununla da bitmez. Çünkü iyimserlik uydurma bir şey değildir. O, 
			yaşamının içinde, insanların tabiatlarında vardır. Bunu hiç dikkate 
			almadan uydurmaya çalışan yazarlara ben hak vermiyorum. Yazarın bir 
			amacı olmalı. Bu amaç, halkın yararına dönük olmalı derim. (Nurer 
			Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 136). 
			 
			ÖZLE BİÇİM 
			- Biçimin önemsiz olduğunu hangi gerçekçi yazar söylemiş? Öz nasıl 
			matematik bir incelikte kuruluyorsa, biçim de bu kuruluş gibisine 
			estetik incelikte ele alınmalıdır. Yazarın kişiliğini çoğunlukla 
			biçim verir. İster üslûp deyin adına ister biçim, yazar kendine özgü 
			bir deyişe sahip olmalıdır. Sanat gücü buradan gelir. Nasıl ki özün 
			güçlülüğü sağlam bir dünya görüşüne bağlanırsa. İlâve etmek 
			istediğim bir şey var: Yazar daima yeni deyişler peşinde olmalıdır. 
			Bence sürekli yeni deyişleri kovalayan bir yazar ustalaşmış 
			demektir. Mamafih, yanlış bir anlamaya meydan vermemek için 
			tekrarlamak isterim ki öz bence biçimden daha önemlidir. Biçim ve 
			deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. (Pazar Postası, 
			27.4.1958). 
			- Hikâyenin konusu mu 
			yoksa yazılış şekli mi daha önemlidir? 
			- Bu da birbirinden 
			ayrılmaz bir bütünse de, bence konusu daha önemlidir, Yani, biçim 
			dediğimiz şekil, öz dediğimiz muhtevayı değil, muhteva dediğimiz öz, 
			biçim dediğimiz 
			şekli tayin eder. Meselâ bir terzi, elbiseyi rastgele yapmaz. Kumaşı 
			kesip biçeceği bedenin ölçüsünü alır peşin, kumaşı sonra keser. Yani 
			evvelâ beden, ondan sonra kumaş, daha sonra 
			da bedene göre elbise... (Mustafa Baydar/Edebiyatçılarımız Ne 
			Diyorlar, 1960, S. 115). 
			Üzerlerinde kılı kırk 
			yararak çalışma fırsat ve zaman bulduğum eserlerimden çoğunda özle 
			biçimi ayırmadığım açıklıkla görülür. Böyle olduğu halde, sevdiğim 
			dostlarımdan bazıları beni özle biçimi ayrı ayrı şeyler gibi gören, 
			daha çok öze önem veren bir yazar gibi göstermek istiyorlar. Yarına 
			kalmanın, kalabilmenin sırrını kesinlikle bulmuş değilim... Öz ve 
			biçim üzerine yazılar yazdım.. Bu yazılar genel düşüncelerim 
			olmaktan çok, çağımızdan önceki çağlarda yaşayıp geçmiş 
			sanatçılardan, bize bıraktıkları eserlerden bugüne kalmış, 
			kalabilmiş olanların kalabilme nedenlerini eşelemek oldu. Halit 
			Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Reşat Nuri’nin ya da Ebubekir Hâzım’ın 
			günümüze kalması.. Biçimden çok özü görmemek mümkün mü?.. Ama bu 
			demek değildir ki, yarına kalmanın bilimsel formülü yalnız öze önem 
			vermektir.. Hayır.. Ben de, dünden bugüne kalanlar da, her sanatçı, 
			hepimiz istesek de özü biçimden ayıramayız.. Öz, biçim birbirinden 
			ayrılmaz bir bütündür.. Her sanatçı, gücü kadar bu işe kendini 
			verir.. Ben de öyleyim.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, 
			S. 18-19). 
			- Sanatçı hayatı 
			boyunca bir tek ses bulur. Bunu arıtır. Dilini güzelleştirir. 
			Fazlalıkları atar. Hikâyede de öyle. Öz ve biçim birbirinden 
			ayrılmaz. Bence bugünkü hata da bu noktada. Gençler özden biçime 
			yapmaları gereken çalışma yerine, biçimden öze bir çalışma 
			sürdürüyorlar. Her insan olan bedene uygun elbise yapar. Önce bir 
			beden, bir yapı, bir öz gereklidir. Bu öz kendinden ayrılmaz, bir 
			biçim yaratır. (Ant, 21.10.1969). 
			 
			GERÇEKLİK 
			- Hikâyelerinizin konuları yaşanmış mıdır, hayalî midir? En çok 
			hangi tiplerinizi seversiniz? 
			- Hikâye ve romanlarım için bazen şöyle sorarlar: “Bu 
			anlattıklarınız gerçekten oldu mu?” 
			Cevap veririm: 
			“Okuduğunuz şeyler, gerçekten olabilir mi, olamaz mı?” 
			“Olabilir, olup duruyor...” 
			Şu halde, önemli olan, gerçekten olmuş olması değil, olabilip 
			olmamasıdır! Sizin sorunuzun cevabı da bu galiba: Önemli olan, 
			gerçekten olmuş olması değil, olabilip olmamasıdır. (Mustafa Baydar 
			/Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S. 114). 
			- Gerçekleri işlerken değiştirir misiniz? Ayıklar, düzeltir, seçer 
			misiniz? Yoksa olduğu gibi mi yansıtırsınız? 
			- Elbette ayıklar, düzeltir, seçerim. Bunun dışında, yani fotoğraf 
			makinası objektifi sadakati, mümkün değildir. Gerçekler karşısında 
			yüzde yüz objektif kaldığını ısrarla ileri sürenler bile aslında 
			konusunu ayıklar, düzeltir, seçer yani değiştirirler. 
			Olduğu gibi yansıtmak, 
			doz meselesidir ve her yiğidin yoğurt yiyişine bağlıdır. (Dost, 
			1.6.1958). 
			GERÇEKÇİLİK 
			Bir bakıma çok kaypak bir kavram. Dışımızda: yani bilincimizin 
			dışında, bilincimize bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp 
			fotoğrafını çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik 
			sayılır. Ama buna “naturalizm” diyorlar. Şuna benzer: Olmakta olanı 
			olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle, doktorun hastasındaki 
			hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik 
			yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini 
			kendinde toplayıp “olmuş mu?” ile birlikte “olabilir mi?”nin 
			karşılığını verebilmeli. Bununla da kalmamalı, “nasıl olmalı?” ya da 
			karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden 
			bir şeyler katan bileşimci olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi? 
			(Yelken, 1.11.1963). 
			Romancının yalnızca 
			realitenin bir fotoğrafik görünüşünü aksettirişi kâfi gelmez. 
			Romancının bu felsefî görüşe rağmen, konu üzerinde, yani vermek 
			istediği realite üzerinde etkin bir rolü vardır. Yine buna, bu 
			görüşe göre bilinç, sadece mihaniki bir surette realiteyi 
			aksettirmekle kalmaz, onu işler, tahlil ve terkip eder. (...) 
			 
			Aydınlık gerçekçilik 
			deyimiyle yeni bir kavram getirmiyorum. Bu, ünlü Actif Realisme’nin 
			Türkçeleştirilmiş deyimidir. Bizdeki Balzac’cılar dan da, daha ileri 
			bir gerçekçilik anlayışı olduğuna inandığım bu metodu istiyorum. O 
			da, bütün Balzac’cılardan değil elbette. Bana ne? Her yiğidin ayrı 
			bir yoğurt yiyişi vardır. Balzac’ın büyüklüğüne inanırım ama. 
			Balzac’ı taklit etmek aklımdan geçmez. Bu hem imkânsızdır, hem de 
			ikinci, üçüncü Balzac’lara ne lüzum vardır? Bir Durgun Don’u belki 
			de en sevdiğim büyük roman diye gösterebilirim. (Yeni A, Haziran 
			1973). 
			 
			HÎKAYE VE ROMAN 
			- Hikâye bende romana geçişte bir merhale oldu. Kanaatimce küçük ve 
			uzun hikâyelerde iyice bilenmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut 
			yazamaz. Çünkü hikâye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvıramayan bir 
			yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen 
			romanı meydana getiremez. (Mustafa Baydar /Edebiyatçılarımız Ne 
			Diyorlar, S. 118). 
			Hikayeci hikâyeyi 
			bırakıp romana geçerken, bana öyle geliyor ki, “Hikâyeyi bırakmak” 
			gibi bir düşünceyle davranmaz. Bu, sanatçının çeşitli nedenlerle 
			uymak zorunda olduğu bir yeni yoldur. Ayıp olmazsa kendimden örnek 
			vereyim, bugün yalnız roman değil, tiyatro oyunları, daha önceleri 
			de film senaryoları yazdığım halde, hikâye’yi bırakmış değilim. 
			Bırakmaya da niyetim yok. Çünkü hikâye, öteki sanat araçları gibi 
			bir “anlatım aracı”dır. Sanıldığınca yaşla, başla da ilgisi yoktur. 
			Daha eski kuşakların sanatçısı, özünde hiçbir değişime uğramasa 
			bile, biçiminde mutlaka, ama mutlaka uğrar. Her yeni konu, yepyeni 
			bir biçimde ortaya çıkar sanatçı dikkat ederse. (Akşam, 27.8.1969). 
			 
			KÖY ROMANI 
			- Valla, köy romanının inkişafı, romanın inkişafı diye bir şey yok, 
			benim için, romancının inkişafı var. (...) Romancının göstereceği 
			bir yol var. Kendisi eğer olumlu bir tipse, göstereceği bir yol var. 
			Yani, romancı hak bellediği bir yolda mücadelesini yapacaktır. Yani, 
			karanlıklar içinde tek başına kalacaktır, dalgalar, okyanus içinde 
			yüzecektir, ne yapacak, şunu yapacak, sırtına düşen, efendim, yük 
			çok ağırdır; onu tek başına ya başaracak ya da boğulup geberip 
			gidecektir. Bu... hiçbir yardımcısı da olmayacaktır yani. (Beş 
			Romancı Tartışıyor, 1960, S. 86). 
			 
			ROMANCI VE KİŞİLERİ 
			Sanatçı bir parça da kendi mayasından gelen bir dürtüyle ve elbette 
			rastlantıyla, bu dürtü ve rastlantılara dayanarak başkalarını 
			yazıyor. Eski bir sözün dediği gibi, “uslûb-ül beyan ayniyle 
			insan..” Diyelim muhtar aşırı zamparaydı.. Yani bir anlamda “ırz 
			düşmanı”.. Ya da içinde yaşadığımız toplumun kişilere verdiği 
			çeşitli anormalliklerden bir, birkaçına müptelâ.. Bir sanatçı olarak 
			ben, adamın bu “anormal” yanlarıyla birlikte, sözünü ettiğim ve 
			gözlerimi yaşartan yanını, asıl bu yanını vermeyi kendime yol 
			edinmişim.. Demek isterim ki, “içinde yaşadığımız toplum 
			düzensizliği insanlarımızı buralara kadar düşürürse, asıl suçlu 
			toplumdaki düzensizlik olsa bile, insanlarımız aslında iyidir, 
			güçlüdür, kahramandır. Ey insanoğlu, kendi ellerinle bozduğun toplum 
			düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip, kendini bu çıkmazdan 
			kurtaracaksın..” Ama sen tut, Kemal Tahir gibi, insanların bu 
			yanlarını görme, yalnız “gavat”lık, “deyyus”luk, “pezevenk”lik daha 
			bilmem nelerini kendine konu al, yaz da yaz.. Romanı bitirip 
			kapayınca, okuyanda şu etki kalsın: “İşte bu yurdun köylüsü, 
			kasabalısı, şehirlisi.. Hepsi gavat, hepsi deyyus, hepsi aşağılık 
			küfürbazlar.. Bunlar adam olmazlar. Bunlarla hiçbir kurtuluşa 
			gidilmez.. Hepsine gazyağı döküp yakmalı..” Ben böyle roman, hikâye 
			ne bileyim daha başka sanat türlerini değil evime sokmak, elime bile 
			almam. Unutmamak gerekir ki, Kemal Tahir, Mustafa Kemal’i de çokluk 
			bu duruma düşürmek istemiştir. Ama asıl çıkarının nerede olduğunu 
			bilmeyen bu insanlar vermiştir ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı.. Ve 
			unutmamak gerekir ki, yurdun kırk binden çok köyünü dolduran bu 
			insanlar, yurdun üretimini sağlıyor.. Karamsar olmak için sebep 
			ne?.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 39-40). 
			 
			KİŞİLER, TİPLER 
			Hikâye ve romanlarımda şimdiye kadar yığınla işçi, köylü tipleri 
			çizdim.. Bu tipler, düzensiz bir toplumun yarattığı kaçınılmaz 
			neticeler (pardon) sonuçlardır.. Sebep ne olursa olsun, kötü 
			yaşayışın gerekli kıldığı mahvedilmiş insanların hikâye ya da 
			romanları.. Bir kelimeyle serüvenleri.. Yüzyıllar boyunca dünya 
			romanı yüzde doksan sekiz bu tipleri işlemiş.. Çağımız romanı da 
			aynı yoldan mı yürümeli?.. Bozuk düzenlerin kaderine boyun eğmeyen, 
			eğmemesi gereken tipler çizmemeli mi?.. Böyle tipler bugün, bu 
			toplumda da yok mu?.. Bence var.. İnsanoğlu, topyekûn, daha iyi olma 
			çabasında.. Hırsız daha mutlu bir yaşama ulaşmak için çalar.. 
			Dinler, insanları daha mutlu kılmak amacındadırlar.. Bunu yeryüzünde 
			başaramazlarsa, kuru bir öte dünya vaat ederler.. Dikkat ediyorum, 
			en kötü bir insan bile, daha iyi olmak çabasındadır.. Takıştığı yer, 
			toplum düzensizliği.. Bilmem anlatabildim mi?.. (...) Bizim 
			romanımıza, bizim toplumun el etek, batta ayak öpen, korkak, 
			bireysel çıkarları için alabildiğine alçalan, teslim olmuş tipleri 
			yanında, teslim olmamış, başkaldıran, kötülüklerle kıyasıya 
			savaşabilmek için örgütlenme bilincine ulaşmış tipler gerek.. 
			Bileğini tutuverince yatıveren genç kızlar, kadınlar yanında, 
			bileğini tutturmaya bile yanaşmayan genç kızlar, kadınlar az da olsa 
			yok mu? var.. Gerçekçilik, içinde yaşadığı topluma yer yer ayna 
			tutmaktan ibaret değil ki.. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, 
			içinde yaşadığı toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden 
			geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya 
			çalışmak.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemalin İkbal Kahvesi, S. 42-43). 
			 
			OLUMLU TİP VE YAZAR 
			Bize ne lâzım? Aydınlık, ileri; Kötülüklerle, deliliklerle, 
			alçaklıklarla, bayağılıklarla mücadele edecek aydın tipler lâzım. 
			Sefaletin sebebini bilen adam lâzım. Romancının vaz’edeceği felsefe 
			böyle olacaktır. Tabii endişem sadece bu değil, ortada bir de 
			estetik endişe var. 
			Olumlu tip vardır. Ve 
			olumlu tip de doğrudan doğruya romancının kendisidir. Yani dünya 
			görüşüdür romancının, dünya görüşü içerisinde kendi memleketinin 
			geleceğidir. Olumlu romancının; kendisi, yurdu ve dünyası hakkındaki 
			görüşüdür. Memleketi ve umumiyetle insanlık üzerindeki düşüncesidir. 
			Ne olacak insanlar? 
			Suçlu düşecek, sefil, perişan düşecek, şunu yapacaklar, bunu 
			yapacaklar... Ben buna tahammül edemem. Çünkü onları; kendi çocuğum, 
			kendi evlâdım yerinde görüyorum. Dünyanın yıkılmasını istemiyorum. 
			Yüzyıllar boyunca gelip geçen insanları kastediyorum aynı zamanda. 
			İnsanoğlu kolay kolay mahvolmuyor, yıkılmıyor. 
			Toplumcu romancı, 
			siyasal buyrukları süsleyip, püsleyeceğine, yaşamın içine dalsın. 
			Sanat yoluyla gördüğünü yansıtsın, gizleneni açığa vursun, gerçek 
			nedenleri bulsun, toplumsal düzenin çarklarını, olayların 
			karışıklığını, derin anlamlarını ve genel devinimini bulup gün 
			ışığına çıkarsın. Ezbere, doğa kitabının kafasına kakılmasını değil, 
			gerçeklerin açık anlatılmasını isteyen okuyucunun kendisi bir 
			değişikliğin kaçınılmazlığına, gerekliliğine karar vermelidir. 
			(Vatan, 4.8.1976). 
			 
			KONUŞMA 
			...Fazla diyaloga önem verişim, tesadüfi değildir. Anlatmak 
			istediğimi en iyi böyle anlattığımı sanıyorum. Uzun uzun ruh 
			tahlilleri yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu 
			işi başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim. (...) 
			Ben bol diyaloglarımla 
			kabuktan derinlere inmek, yani ruh tahlilleri yapmak istiyorum. Üç 
			beş konuşma, çoğu sefer sayfalar dolusu izahın yerini tutmalıdır. Bu 
			iş muhakkak ki çok zordur, hususi bir kabiliyet ister. (...) 
			Bir de, konuyla sıkı 
			sıkıya bağlı bir iştir bu. Bir kaide halinde, her konuya biçilmiş 
			kaftan değildir. Alt alta sıralanan konuşmalar tiplerin ruhlarını 
			tahlile ve karakterlerini tespite yaramalıdır. Her insan sosyal 
			durumuna uygun ve kültürüyle sınırlı bir şekilde konuşur. Felsefenin 
			F’sinden bile habersiz insanların zaman zaman filozoflaştıkları 
			bilinen bir gerçektir. Filozoflaşır ve duygularını ifade de ederler. 
			Bu ifade hiçbir zaman felsefeyle uğraşan bir aydının ifadesi 
			değildir. Kendine mahsus bir deyimi vardır. (...) 
			Velhasıl diyalog da, 
			başka şeyler gibi, yazarın elinde bir imkândır. Anlatmak istediği 
			şeyi en iyi şekilde anlatmak için kullanacaktır. Bütün mesele dozu 
			kaçırmamak, iyi tayin etmektir. Aksi halde, tiplerin hacmini 
			vermeye, yani derinliğe inmeye imkân olmaz, çalakalem bir röportaj 
			meydana getirilmiş olur. Sanat eseriyse -hikâye ve romanı 
			kastediyorum- röportajdan apayrı bir şeydir. (Dünya, 1.9.1953). 
			 
			ŞİVE TAKLİDİ 
			Yani, tiplerinizin ruh tahlillerini siz değil, bizzat kendilerine 
			yaptırmak istiyor, bunun için de muhaverenin diyalektiğine 
			başvuruyorsanız, şive farklarını muhafazaya mecbursunuzdur. Ben 
			şahsen, tiplerime hacim verdiğim, yani bir çeşit kabartma sinema 
			tekniği kullandığım için, böyle hareket ediyorum. Yani yazar olarak 
			kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle baş başa 
			bırakıyorum. Görüyorum ki, okuyucum zekidir. Baş başa kaldığı 
			şeylerden, anlaşılması gereken şeyleri -benim şerh ü izahım 
			olmaksızın da- anlayabilmektedir. 
			Ama bu türlü yazmak 
			hayli yorucudur, zordur da. Dozu kaçırılır, yahut iyi tayin 
			edilemezse, muvaffakiyet ümidi azdır. Sonra, konuşturduğun insanları 
			gayet iyi bilmek, biraz da onlardan, onlar gibi olmak lâzımdır. 
			Yani, hayatı onlar gibi yaşamış, ıstıraplarını onlar gibi çekmiş 
			olmak gerekir. Bir kelimeyle, onları çok iyi tanımış olmak. (Mustafa 
			Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S. 116). 
			Şive öykünmesini 
			yazarın kendisi yapmıyor, kişileri yapıyor.. Yazar bu davranışıyla, 
			“Ey ayrı şiveleri konuşan insanlar! Yanlış konuşuyorsunuz. Doğrusu 
			benim verdiğim örnektir.. Benim gibi konuşun..” demek istiyor.. 
			Yazarın konuşmasına gelince.. Kişilerin konuşması dışında, en doğru, 
			en ileri bir dille yazacak, konuşacaktır.. Aksi halde, kişiler 
			arasındaki özellik kaybolur.. Bütün kişiler aynı dille, yazarın 
			gelişmiş diliyle konuşur ki, bu yalan olur. İnandırıcı olmaz.. Ama 
			dilini olsun doğru dürüst konuşamayan insanlara iftira olur. Gönül, 
			halkımızın yalnız dilde değil, her şeyde uygar bir düzeye, ileriliğe 
			kavuşmasını ister.. (Nurer Uğurlu /Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 
			66). 
			Ben şahsen hikâye ve 
			romanlarımdaki tiplerin konuşmasına bunun için karışmam. Nasıl 
			konuşuyorlarsa öyle konuşturur, yanlışlarını düzeltmem pek. Yani 
			palaspâreler içindeki insana, kostüm giymişti diye iftira etmem. Bu 
			hareket tarzı, eserin hem havasını temin eder, hem de okuyucuyu 
			inandırır. (...) 
			Sadece, belirtmek 
			istediğim Öze en uygun biçimi vermek için didindim. Böyle didinip 
			kendimi zora koşacağıma, Murtaza’yla beraber bütün tipleri durulmuş, 
			tertemiz İstanbul şivesiyle konuştursaydım ne olurdu? Şu olurdu: Her 
			tipin kendi iç âlemini belirtmeye yarayan kendine mahsus ifade tarzı 
			kaybolur, eser hem havasından kaybeder, hem de gerçek intibaını 
			vermezdi. (...) 
			Bence yazar, öze en 
			uygun biçimi bulmalı ve tiplerinin tekmil sosyal durumlarıyla 
			birlikte, dil özelliklerine de dikkat etmelidir. Her devrin insanı, 
			yaşadığı devir ve şartların damgasını belirtecek şekilde konuşur. 
			İnsanlarımız günün birinde şive farklarından sıyrılıp ideal 
			Türkçe’yle konuşacaklar diye, öyle konuştuklarını farzedemem. 
			Bununla beraber, 
			romancı yahut hikayeci, elbette dilini işleyecek, ona gücünün 
			yettiği en iyi biçimi vermeye çalışacaktır. Ama bu, tiplerin bozuk 
			düzen deyişlerini düzeltmekle olmaz. Diyaloglar dışında, söz sırası 
			kendine geldikçe, dilinin en doğru ve en güzel örneğini verecektir. 
			Böyle hareket etmekle yazar, dilin hem bugünkü durumunu göstermiş 
			olur, hem de nasıl olması gerektiğinin cevabını vermiş olur. 
			Ben böyle düşünüyorum. 
			Zaten lüzumundan fazla çok ağdalı şive ve taklitleriyle 
			anlaşılmazlığa düşmekte mana yok. Başarılı stilizasyon en doğrusu. 
			(Dünya, 15.9.1953). 
			Şive taklidi mutlaka 
			lâzımdır. İfadeye kuvvet vermek, yazarın anlattığı insanları 
			gerçekten tanıdığı hissini uyandırmak için ve çok ustaca yapıldığı 
			takdirde, işin tuzu biberi kabilinden, az miktarda, yani anlaşılır 
			şekilde şiveden faydalanılmalıdır, inancındayım. (Dünya, 
			15.10.1953). 
			 
			DİL 
			- Genel olarak dil, söz sanatlarının baş aracıdır. Bir anlaşma 
			aracı. Bizim gibi, yüzyıllar boyu çeşitli kültürlerin etkisinde 
			kalmış, bu etki hâlâ sürüp giden bir ülkenin yabancı kelimeler ve 
			kaidelerle paçal olmuş dilini arıtıp durultmak görevi elbette ilkin 
			sanatçının ödevi. Bu bakımdan, dilimizin durulması gerektiği 
			üzerinde oyun yazarlarının da ciddî ciddî durmaları kaçınılmaz. Ben, 
			hikâye ve romanlarımda olduğunca, tiyatro oyunlarımda da “Rahatça 
			anlaşılma”dan yanayım. Kökü Türkçe olan ve halk tarafından 
			kolaylıkla anlaşılan kelimelerden üremiş yeni kelime ve deyimleri 
			kullanılmakta hiçbir sakınca duymam. (Varlık, 15.1.1966). 
			 
			YERELLİK 
			-Yerel olmak sanatçının tutumuna bağlı. Ben, yerel olmayı istiyorum. 
			Yerel kapılardan uluslararası ortama açılmalı, diyorum. Sanatçı 
			yapıtında beşerî tarafları yansıtabildiği oranda uluslararası bir 
			güce ulaşacaktır. Kökü mutlaka sınıf gerçeğine dayanan, insana 
			dayanan yeni yollar aranıp bulunduğu oranda evrensel yapıtlar ortaya 
			konulacaktır. (Ant, 21.10.1969). 
			 
			YURT VE ULUS SEVGİSİ 
			- İnsan sevdiklerinin refahını ister. İstemekle de kalmaz, bu refah 
			ve mutluluğun gereklerini arar, bulur, açıklar. Ben de bu işi 
			yapıyorum. Yurdumun ve yurdumun insanlarının mutluluğu, benim ve 
			çocuklarımın da mutluluğu demektir. Yani, milletim gelişirse, ben 
			de, bana bağlı olanlar da gelişir, iyi günlere ererler. Ben 
			kalemimi, aslında öteki milletlerden hiçbir bakımdan geri olmayan 
			milletimin gelişmesini engelleyen şartlara karşı koymuş bir yazarım. 
			Tuttuğum yolda gücümce yürüyorum, yürüyeceğim. Yazmamak, kendimi 
			ödevlendirdiğim kutsal ödevimden kaytarmak olmaz mı? (Dost, 
			1.6.1958). 
			Adana’da, Milli 
			Mensucat Fabrikasında uzun yıllar küçük memurluk, kâtiplik yaptım.. 
			Gurbete çıkan, Adana’ya inen köylülerle tanıştım.. Çırçır işçileri.. 
			Pamuk işçileri.. Onların mektuplarını yazdım.. Onların dilekçelerini 
			yazdım.. Bu halk çocuklarının şehir madrabazlarının elinde nasıl 
			sömürüldüklerini gördüm.. Ben yurdunu seven bir insan, bir yazar 
			olarak, yurdumun kalkınmasının gerekleri üzerinde düşündüm.. Fikir 
			yordum.. Fikir yormakla da kalmadım, bu çeşit romanlar yazarak 
			eyleme katılmış oldum. Karınca kararınca tabii. İstiyordum ki, 
			yurdum Batı ülkeleri ayarına yükselsin.. Yurdumu geri bıraktıran 
			etkenler, koşullar ortadan kalksın.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in 
			İkbal Kahvesi, S. 45). 
			 
			ULUSALLIK 
			Ulusal sanat bir milletin mahalli renklerini, havasını veren sanat 
			demektir. Her milletin kendine özgü, öteki milletlerden ayrı bir 
			havası vardır. Ulusal sanat bu ayrı, bu kendine özgü havayı temsil 
			edebilen sanattır. Türk sanatçısı da çeşitli sanat türlerinde. 
			Batılı sanatçılar kadar kendine özgü havayı temsil etmektedir. 
			Ulusal olmadıkça evrensel olunabileceğine inanmıyorum. (Nurer 
			Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 362). 
			 
			HÎKAYE ÇIKMAZDA MI? 
			- Hikâyeciliğimizin genellikle bir bunalıma girdiğine ve gitgide 
			okurunu yitirdiğine inanmıyorum. Her çağda hikâyecilik “yeni ve 
			kendine özgü”yü ararken bir bunalıma düşmüş gibi görünür. Çünkü her 
			yeni kuşak, kendinden önceki kuşaklardan ayrı bir anlatım [bulmak] 
			zorunda kalmıştır. Sanat türleri içinde, kendini en zor 
			kabullendiren, okuyucuyu en zor bulan uğraş hikâyeciliktir bence. 
			Bugün de dün, Önceki günlerde olduğunca yeni kuşaklar yeni hikâyeyi 
			aramakta, kendilerine özgü sesi elbette bulmaktadırlar. Yalnız yeni 
			sesi değil, kuşkusuz yeni özü de. (Akşam, 27.8.1969). 
			- Hikâye çıkmazda 
			değildir. Hikâye gerilemiyor. Hikâye sanatı zorlaşıyor. Zaten hep 
			böyledir. Yüz kişi yazmaya başlar, bunlardan üçü kalır. Bu üç 
			kişinin yaptığının alıcısı vardır. Bütün genç hikayecilerin dilleri 
			tertemiz. Bunlardan bir öncekilerin de dilleri temiz ve arıktı. 
			Osmanlıca bilmemeleri buna sebep oluyordu. Bu nedenle bize göre 
			avantajlı bir 
			noktada çalışmaya başladılar. Ayrıca toplumsal açıdan, teorik olarak 
			hazırlanmaları da bize göre çok daha kolay. Sosyo-ekonomik 
			problemlere sarılsalar, dejenere konulara el atmasalar, 
			çok güçlü eserler verirler. (Ant, 21.10.1969). 
			 
			GENÇ YAZARLAR VE TOPLUM 
			- Sözünü ettiğim gibi sosyo-ekonomik bilgilenmesi, toplumsal kültürü 
			olan gençler, son dönemlerde yaşadıkları olayları hikâyeye getirmeye 
			başladıkça, sahip oldukları güzel ve temiz dilleriyle hikâyeyi bu 
			yöne kaydıracaklardır. Onlar gençliğin sanatçıları olacaklar. Ve 
			geniş halk kitlelerine onların mesajı, hem de tutarlı mesajı 
			olacaktır. Ben, Demir-Döküm olayını, Derby grevini daha bozuk bir 
			dille, daha kötü bir biçimde dahi işleseler, gençlerin bugün 
			yaptıklarından daha iyi şeyler elde edeceklerine inanıyorum. (...) 
			Cinsel sorunları tek 
			başına işlemek bir şey halletmez. Toplumsal sorunlar bütünü 
			içerisinde, ama bir ayırımda yeri vardır cinsel sorunların. Ana 
			amaç, kitlelere hitaptır. Halkın dertlerinin sanat içerisinde yer 
			alması gerekir. “Ben, değişik bir şey yaparım, bu olur,” demek 
			yanlıştır. Halk, hikayecide kendine yarar bir şey bulmalıdır. Çünkü 
			devamlı olarak bunu arar. Sanatı toplumsal konuları ele alıp ön 
			plana çıkararak, toplumu ileri götürücü bir güce ulaşır. Dünya ve 
			ülke koşullarını beğenmeyen kişi, sanatı ve bedeniyle bunun 
			mücadelesini yapmalıdır. Bir mesajla bunu sunmalıdır. Bunu 
			yapmayanlar fazla ses çıkarmamalıdır. Sanatçının hası, halka 
			önderlik eden, baskılara karşı duran kişi olmalıdır. Hem 
			yapıtlarıyla, hem davranışlarıyla bunu ortaya koymalıdır. (Ant, 
			21.10.1969). 
			 
			NOTLAR 
			(1) Bak: Ahmet Köklügiller, “Nasıl Yazıyorlar?”, Varlık, 15.3.1968.
  |